|
 |
 |
Genç Yazarlarımız |
|
Reklam |
İMAN ETMEDİKCE CENNETE GİREMEZSİNİZ, BİRBİRİNİZİ DE SEVMEDİKCE İMAN ETMİŞ OLAMAZSINIZ!
H.z. Muhammed
Adrese Git |
|
|
|
MÜSİAD’A GÖRE TÜRKİYENİN EKONOMİSİ |
MÜSİAD’A GÖRE TÜRKİYENİN EKONOMİSİ,ORTA GELİR TUZAGINDAN CIKMANIN YOLLARI!!!
RAPORUN ÖZETİ….
Bu rapor yöneticilere %0.69-079 faizle seçimden önce hormonlu bir şekilde piyasaya para pompalanarak araba ve ev fiyatlarının %1000 civarında fırlanmasına neden olurken verilmesi gereken bir rapordur. Geç de olsa bu raporun yayınlanmış olması ülkemizi yönetenlere yapılan en yakından bir öneri olsa gerek… En yakından diyorum, MÜSİAD, genel olarak hükümeti destekleyen muhafazakar iş adamlarının oluşturduğu bir işverenler kuruluşudur. Raporun özetini buraya aldık, okunması önerilir…
Türkiye ekonomisi, 2000-2001 krizi sonrası uygulamaya alınan birinci nesil yapısal reformların ve siyasi istikrarın da etkisiyle 2003-2013 yılları arasında kayda değer bir ivme yakaladı.
Ekonomide bir yandan enflasyon ve bütçe açığı gibi kronik sorunların çözümünde ciddi başarılar elde edilirken bir yandan da yatırımlar, ihracat ve üretkenlik artışına dayalı güçlü bir büyüme performansı sergilendi.
Bu gelişimin ve istikrarın da etkisiyle Türkiye, tüm dünyayı derinden sarsan 2008 Küresel Finans Krizi’nin olumsuz etkilerini en hızlı atlatan ülkelerden biri oldu.
Türkiye ekonomisini belli bir noktaya taşıyan strateji ve politikaların 2010’lu yıllarda yenilenmesi gerekliliği ortaya çıktı. Ekonomi geliştikçe eski stratejiler ve politikalar doğal olarak yetersiz kaldı, yeni stratejilere ve reformlarla ihtiyaç hasıl oldu. Başka bir ifadeyle, birinci nesil reformlar Türkiye’yi belirli bir seviyeye taşımış olsalar da yüksek gelirli ülkeler ligine ulaşmak için daha nitelikli ve bütüncül reformlar gerekiyordu. Bu kapsamda seçici sanayi ve teknoloji politikalarının uygulanması, eğitim sisteminin nitelik odaklı bir yapıya dönüştürülmesi, kurumsal yapının daha kapsayıcı hale getirilmesi ve sermaye piyasalarının gelişimini teşvik edecek reformların hayata geçirilmesi kritik önem taşıyordu. Bu reformları ikinci nesil reformlar olarak adlandırılabiliriz. Politika yapıcılar da belli oranda bu reform ihtiyacının farkındaydı; ancak iç ve dış gelişmeler reform sürecinin yavaşlamasına ve bütüncül biçimde uygulanamamasına neden oldu.
2008 Küresel Finans Krizi sonrası gelişmiş ülke merkez bankalarının uyguladığı genişletici para politikaları, küresel piyasalara trilyonlarca dolar ilave likidite enjekte etti. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler bu bol ve ucuz finansal kaynaktan yararlanarak ekonomide hızlı bir büyüme sağladı.
Ancak bu kısa vadeli büyüme, ikinci nesil reformlara olan ihtiyacı gölgeledi ve reform iştahını azalttı. Bu süreçte döviz geliri olmayan özel şirketlerin döviz cinsinden aşırı borçlanmalarına karşı önlem almakta geç kalındı. TL’nin aşırı değerlenmesi, yerli üretimi ve ihracatı cazip olmaktan çıkararak ithalata dayalı tüketimi artırdı ve cari açığın hızla büyümesine neden oldu.
Geciken reformların maliyeti ise ilerleyen yıllarda daha net hissedildi. 2002’de 3.604 dolar olan kişi başına gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH), 2013’te 12.582 dolar seviyesine ulaşmış ve böylece Dünya Bankası’nın sınıflandırmasına göre Türkiye’nin yüksek gelirli ülkeler kategorisine geçişine çok az kalmıştı. Ancak sonrasında düşüş eğilimi baş gösterdi.
TL bazında ekonomik büyüme devam etse de dolar bazında kişi başına GSYH 2014’ten 2021 yılına kadar kademeli olarak geriledi. Türkiye, 2013’te yakaladığı seviyenin üzerine ancak 2023 yılında çıkabildi. Bir başka şekilde ifade edece olursak, Türkiye ekonomisi bu yıllarda orta gelir tuzağına takıldı. Orta Gelir Tuzağından Çıkış 2013 sonrası dönemde Türkiye ekonomisi hem iç hem de dış şokların etkisi altında kaldı. Özellikle 17-25 Aralık operasyonları, 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye İç Savaşı ve Rahip Brunson krizi gibi siyasi ve jeopolitik olaylar, politika yapıcıların ekonomik reformlara odaklanmasını zorlaştırdı.
Küresel ekonomi cephesinde ise Fed’in 2013 sonrası kademeli olarak para politikasını sıkılaştırması, ticaret savaşları ve koronavirüs salgını gibi şoklar, gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akışlarını sınırlandırdı. Bu gelişme, 2000’lerin başından itibaren büyümede uluslararası sermayeye aşırı bağımlı hale gelen Türkiye için döviz piyasalarının istikrarsızlaşması ve ekonomik büyümenin kompozisyonunun bozulması anlamına geliyordu.
Art arda gerçekleşen seçimler, ekonomi politikalarında ekonomi politikalarının önceliklendirilmesinde uzun vadeli hedeflerden ziyade kısa vadeli kazanımların ön plana çıkmasına neden oldu. Türkiye, ikinci nesil reformları hayata geçirme noktasında adımlar atsa da bu politikalar parçalı bir yapıda kaldı ve kısa vadeli bakış açısıyla uygulandı. Reform girişimlerinde bütüncül bir yaklaşım benimsenmezken politika yapım süreçlerinde kamu kurumları ve diğer paydaşlar arasında yeterli eşgüdüm sağlanamadı.
Bu dönemde Türkiye, büyüme öncelikli politikalar benimseyerek ekonomik aktivitenin şoklardan en az düzeyde etkilenmesini hedefledi. Ancak ekonomik büyüme rakamlar itibariyle devam etse de nitelik açısından geriledi; üretkenlik artışının büyüme üzerindeki etkisi azaldı, ekonomik büyümeye katkı noktasında iç talep ve ihracat arasındaki denge çoğu zaman sağlanamadı.
Bununla birlikte, Türkiye’nin 2010’lu yılların sonlarına doğru ihracata ve teknoloji gelişimine dayalı ekonomik ilerlemeyi hedefleyen bazı politika adımlarının atılmaya başladığının altını çizmek gerekiyor. Politikaların bütüncül bir çerçeveden ziyade parçalı bir şekilde uygulanması ve eş zamanlı olarak ortaya çıkan makroekonomik dengesizlikler, yapısal dönüşüm çabalarının etkisinin görülmesini geciktirdi. Yine de bu politikalar Türkiye’nin koronavirüs salgını döneminde üretim ve ihracatını güçlendirmeyi başarmasına önemli katkılar sağladı. Türkiye ekonomisi 2014’ten koronavirüs salgını döneminin başına kadar geçen süre zarfında orta gelir tuzağına doğru savrulsa da ekonomik dinamizmini ve gelişim potansiyelini kaybetmedi.
Türkiye ekonomisi 2003-2024 döneminde ortalama yüzde 5,4 oranında büyüdü, mal ihracatı 47 milyar dolardan 262 milyar dolara çıktı ve toplam istihdam 21 milyon kişiden 32 milyona yükseldi. 2003’te 317 milyar dolar olan ekonomik büyüklük, 2024’te 1,3 trilyon dolara yükseldi. Türkiye’nin 2024 yılı verileri itibariyle Dünya Bankası sınıflandırmasına göre yüksek gelirli ülke statüsüne ulaşması bekleniyor. Bu, göz ardı edilemeyecek bir ekonomik ilerlemedir.
Türkiye’nin savunma sanayi, elektrikli otomobil ve yenilenebilir enerji teknolojilerinde yakaladığı güçlü ivme, reel sektörün diğer alanlarda da erişebileceği potansiyele dair önemli işaretler sunuyor. Fakat Türkiye’nin kendi potansiyelini sahaya tam yansıttığını iddia etmek de mümkün değildir.
Türkiye 1950’li 11 Orta Gelir Tuzağından Çıkış yıllarda kendisi ile benzer gelişmişlik seviyesine sahip Güney Kore ile kıyaslandığında kişi başına düşen GSYH açısından yaklaşık 20 bin dolar daha geridedir.
Türkiye’nin kişi başına düşen GSYH’sinin ABD’nin kişi başına düşen GSYH’sine oranı 2022’den itibaren yeniden artışa geçse de hâlâ 2013’teki zirve seviyeye ulaşmış değil. Eğer o zirve oran korunabilseydi, bugün Türkiye’nin kişi başına GSYH’si kabaca 20 bin dolar seviyesine ulaşmış olabilirdi. Sadece kişi başına düşen GSYH bazında değil ekonomik ilerleme açısından önem arz eden diğer bazı göstergelere bakıldığında da Türkiye’nin iyileşmeye açık olan pek çok alanının olduğu görülür:
• Türkiye, yeniliklerin önünü açan Ar-Ge yatırımlarında son 20 yılda önemli bir gelişim kaydetti. 2002 yılında GSYH’nin yüzde 0,51’i seviyesinde olan Ar-Ge harcamaları, 2023 itibarıyla yüzde 1,42’ye yükseldi. Yıllar içinde kaydedilen bu artış, Türkiye’nin Ar-Ge alanına yönelik ilgisinin arttığını gösterse de uluslararası karşılaştırmalar bu kritik alana çok daha fazla kaynak ayrılması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Ar-Ge yatırımlarının GSYH’ye oranı İsrail’de yüzde 5,56, Güney Kore’de ise yüzde 4,93’tür. Teknolojik gelişimde son yılların en hızlı gelişim kaydeden ülkesi olan Çin’de ise bu oran yüzde 2,5’ye yakındır. 2019-2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi’nde 2023 yılına ilişkin yüzde 1,8 olarak belirlenen hedefinin altında kalınmış olması da Türkiye’nin Ar-Ge harcamalarına daha fazla kaynak ayırması gerektiğine dair bir başka işarettir.
• Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün verilerine göre 100 milyar dolar GSYH başına düşen yerleşiklerin patent başvuruları sayısında Türkiye 2002’den sonra yaklaşık yedi kat artış gösterdi. 100 milyar dolar GSYH başına düşen yerleşiklerin patent başvuruları sayısı 2002’de yalnızca 45 iken 2017’de 402,2 ile en yüksek seviyeye ulaştı. 2017’den sonra hafif bir performans düşüşü yaşansa da 2018-2023 döneminde bu gösterge 300’ün altına inmedi. Türkiye’nin performansı Güney Kore ve Çin düzeyinde olmasa da Polonya, Brezilya, Malezya ve Meksika gibi gelişmekte olan ülkelerin önünde yer almasıyla dikkat çekicidir.
• Verimliliği ölçmede en sık kullanılan göstergelerden biri emek verimliliğidir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) satın alma gücü paritesine göre hesapladığı çalışılan saat başına üretim değeri, Türkiye’de 2005 yılında 22 dolar seviyesindeydi. Emek verimliliği, 2014 yılında ilk kez 30 doları aşarak artış eğilimini sürdürdü ve 2023’te 39,4 dolara yükseldi. Türkiye, emek verimliliğinde Çin, Brezilya, Hindistan ve Meksika’nın önünde iken, Güney Kore, Polonya, Çekya ve Tayvan’ın ise gerisindedir. Türkiye’nin çalışılan saat başına çıktı miktarı Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi gelişmiş ülkelerden yaklaşık 40 dolar daha düşüktür. 12 Orta Gelir Tuzağından Çıkış • Verimliliğe dair bir diğer gösterge toplam faktör verimliliğidir (TFV). Türkiye, 2000/2001 krizinden 2008 Küresel Finans Krizi’ne kadar TFV’de yıllık ortalama yüzde 1,1 gibi etkileyici bir büyüme gösterdi. 2010’lu yıllarda dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de TFV azaldı. Bu dönemde Türkiye’nin TFV’deki yıllık ortalama artış oranı Polonya, Çekya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin gerisinde kaldı. 2020’de koronavirüs salgını sırasında TFV, dünya genelinde düşerken Türkiye’de yüzde 5,7 arttı. Ancak 2020’den sonra Türkiye’de TFV negatife döndü. 2008’den bu yana- 2020 yılı dışında- verimlilik artışının ekonomik büyümeye etkisi sınırlı kaldı.
• 145 ülkenin yer aldığı Ekonomik Karmaşıklık (Sofistikasyon) Endeksi sıralamasında Türkiye 2000 yılında 58. sırada yer alırken 2017’de 39. sıraya yükseldi. Sonraki üç yılda ekonomik sofistikasyondaki gelişim çizgisi yavaşladı. Salgından sonra endeks değerinde toparlanma yaşansa da bazı rakip ülkelerin daha hızlı ilerlemesi sonucunda Türkiye, bu listenin 42. sırasında yer alabildi. Türkiye, yüksek gelirli ülkeler ligine doğru ilerlerken 2013’ten sonra olduğu gibi bir ivme kaybı yaşamaması ve orta gelir tuzağına doğru yeniden savrulmaması için belli başlı reform adımlarını bütüncül ve koordineli biçimde hayata geçirmelidir. Bu adımlar iki boyutta değerlendirilebilir: Bunlardan ilki, Türkiye ekonomisinin âtıl kapasitesini devreye almasıyla ilgilidir. Yeni yatırımlar ve programlar ekonomik gelişim için gereklidir ancak beşerî sermaye, teknoloji, enerji ve altyapı gibi mevcut kaynakların etkin kullanımı da istikrarlı ve sürdürülebilir bir ekonomik büyüme için kilit rol oynar. İkinci boyut, dinamik ve kalıcı etkiler oluşturabilecek kanallar üzerinden Türkiye’nin rekabet gücünün artırılması meselesidir. Türkiye’nin daha katma değerli ve ileri teknolojiye dayalı üretim ve ihracat yapabilmesi için verimliliğin artırılması, yeni kapasiteler geliştirilmesi, doğru nitelikte yabancı yatırımların çekilmesi ve yenilikçi/teknoloji odaklı bir girişimcilik ekosisteminin oluşturulması gerekiyor. Bu rapor, Türkiye’nin daha katma değerli, teknoloji yoğun ve rekabetçi bir ekonomik yapıya geçişi için izlenebilecek strateji ve politikaları analiz ederek bütüncül bir çerçevede öneriler sunmayı amaçlıyor. Bu amaç doğrultusunda âtıl kapasitelerin daha etkin kullanılması, verimliliği ve rekabet gücünü artırmaya yönelik yeni kapasiteler geliştirilmesi ve küresel ölçekli yeni fırsat pencerelerinin değerlendirilmesi konularına yoğunlaşılacaktır. Orta Gelir Tuzağından Çıkış İçin Ne Yapılabilir?
TESPİTLER & POLİTİKA NOTLARI
• Türkiye, 2024 yılı itibariyle kişi başına düşen GSYH’de 15 bin dolar eşiğini aşmayı başaran ve Dünya Bankası sınıflandırmasına göre yüksek gelirli ülkeler ligine giriş yapmaya hazırlanan bir ekonomidir. Türkiye, gelişmekte olan ülkeler arasında ciddi bir kalkınma potansiyeli ve buna paralel iddialı hedefleri olan bir ülkedir. Farklı kurumlar tarafından yapılan projeksiyonlara göre, önümüzdeki 25-50 yıllık dönemde Türkiye ekonomisinin küresel sıralamalarda daha yukarı seviyelere gelebileceği öngörülüyor.
• Bununla birlikte, Türkiye’nin bir kez daha geri düşmemek üzere orta gelir tuzağından tamamen kurtulduğunu veya gelişmiş bir ülke haline geldiğini ifade etmek için henüz erken olduğu söylenebilir. Zira 2022’den bu yana kişi başına GSYH’de kaydedilen yaklaşık yüzde 50’lik artışın kayda değer bir kısmı, TL’nin dolar karşısındaki reel değerlenmesinden kaynaklanmıştır. Türkiye, 2013 yılında da orta gelirden yüksek gelirli ülkeler klasmanına yükselmek üzereydi. Fakat sonrasında yaşanan makroekonomik istikrarsızlıklardan kaynaklı olarak TL’de yaşanan yüksek değer kayıpları, ekonomideki büyümeye rağmen dolar cinsinden kişi başına GSYH’nin gerilemesini beraberinde getirmişti. Benzer bir gerilemenin bir kez daha yaşanmaması için ekonomik büyüme ile makroekonomik istikrar arasındaki dengenin korunmasına dikkat edilmelidir. Ekonomik büyüme, üretkenlik artışına dayanmadığı ve makroekonomik dengesizliklere zemin hazırlayabilecek çeşitli yan etkiler içerdiği sürece, bu tür bir büyümenin uzun vadede istikrarını koruması ve toplumsal tabana yayılması zorlaşır.
• Güçlü büyüme potansiyeline rağmen Türkiye’nin makroekonomik istikrarı tehdit eden yüksek enflasyon gibi ciddi bir problemi olduğu not edilmelidir. Dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmayı hedefleyen Türkiye’nin enflasyonda dünyanın en yüksek sevilerinden birine sahip olması belli çelişkiler ve meydan okumalara işaret ediyor.
• Türkiye, bir yandan makroekonomik istikrarı yeniden sağlamaya çalışırken diğer yandan üretimi ve ihracatı daha katma değerli hale getirmeyi, yerli ve milli teknolojiler geliştirmeyi ve ekonomik refahın toplumun geniş kesimlerine yayılmasını hedefliyor. Ancak bu süreçte odak noktaları ve önceliklerin belirlenmesinde yaşanan belirsizlik, kimi zaman kafa karışıklığına neden olabiliyor. Türkiye’de kamuoyu genellikle kısa vadeli sorunlara gereğinden fazla yoğunlaşırken ekonominin yalnızca para ve maliye politikalarıyla dengelenip büyütülebileceği algısı oluşuyor. Bu algının bir yansıması olarak köklü çözümler yerine geçici ve yüzeysel tedbirlerle ilerleme sağlanmaya çalışılıyor. 14 Orta Gelir Tuzağından Çıkış
• Türkiye ekonomisinin geleceği açısından enflasyonla mücadelenin önceliklendirilmesi gerektiğine şüphe yoktur. Fakat sıkı para politikasının enflasyon dahil olmak üzere Türkiye’nin tüm ekonomik sorunlarını çözebilecek sihirli bir değnek niteliğinde görülmesi son derece yanlıştır. Sıkı para politikası, enflasyonla mücadelenin ön koşulu olmakla birlikte tek başına yeterli bir araç değildir. Belli dönemlerde makroekonomik istikrarsızlıklar olarak ortaya çıksa da enflasyon ve cari açık gibi sorunlar aslında ekonominin yapısal işlevsizlikleri ve eksiklikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle çözümler doğru yerde aranmalıdır. Para ve maliye politikaları, konjonktürel dalgalanmalarla mücadelede önemli bir araç olabilir ancak Türkiye’de esas olarak düşünülmesi, tartışılması ve odaklanılması gereken konular; âtıl kaynakların etkin kullanımı, üretimde katma değer ve verimliliğin artırılması, işlem maliyetlerinin azaltılması, refah artışının tabana yayılması ve tasarrufun teşvik edilmesi gibi uzun erimli meseleler olmalıdır.
• Uzun erimli unsurlara ve yapısal çözümlere odaklanmak, kalıcı başarılar açısından sadece politika yapıcılar için değil, iş insanları için de benzer geçerliliğe sahiptir. Bu tercihler reel sektör için rekabet gücü hususunda özellikle dikkat edilmesi gereken bir hâl almaktadır.
• Gelişmekte olan ülkelerde rekabet gücü denince şirketlerin akıllarına genellikle ilk olarak döviz kurları ve ücret seviyesi gelir. Hiç şüphesiz, döviz kurları ve ücret seviyeleri Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin rekabet gücü üzerinde göz ardı edilemeyecek bir etkiye sahiptir. Ancak, küresel düzeyde çetin bir rekabetin yaşandığı emek yoğun sektörlerde, sınırlı bir fiyat belirleme gücü sunan küresel tedarik zincirlerinin fason üretim ve montaj sanayi kollarına sıkışarak döviz kurları ve ücret seviyeleri üzerinden sürdürülebilir bir rekabet avantajı elde etmeye çalışmak, Türkiye gibi belli bir ekonomik büyüklüğe ulaşmış ve iddialı hedefleri olan bir ülke için makul bir strateji değildir.
• Rekabet gücünü yüksek tutmak için makul düzeyde değersiz tutulan para birimi, gelişmekte olan ülkelerde ithalatı azaltıp ihracatı özendirerek ekonomik büyümeyi destekleyen bir unsurdur. Bilimsel çalışmalar da bu etkinin varlığını teyit ediyor. Ancak yüksek dolarizasyon ve yabancı para cinsi borç seviyesine sahip ve ara mallarında dışarıya bağımlı olan ülkelerde bu etki sınırlıdır. Bunların yanı sıra rekabetçi döviz kuru düşük ve orta teknolojili ürün ihracatını olumlu etkilerken yüksek teknolojili ürünlerde yenilik, markalaşma, ürün çeşitliliği, kalite ve verimlilik gibi unsurlar daha belirleyicidir.
• Dalgalı döviz kuru rejimine geçişten bu yana Türkiye’de reel efektif döviz kurunun (REK) bir aşırı uçtan diğerine savrulduğu görülüyor. Türkiye için her iki uç değerin de sağlıklı olmadığının altını çizmek gerekir. 2018-2023 yılları arasında TL’de yaşanan değer kayıpları, ihracatı belli ölçülerde desteklese de döviz kurlarındaki dalga boylarının aşırı yükselmesi, ilerleyen aşamalarda dolarizasyon ve enflasyon sorunlarını beraberinde getirdi.
• Döviz kurlarından elde edilebilecek rekabet gücü sınırlı ve geçici olsa da kurlardaki ani değişimlerin reel sektör ve tüketici davranışları üzerindeki etkilerini dikkate almak önemlidir. Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi bazında TL, Temmuz 2023’ten bu yana reel olarak yaklaşık yüzde 14 değer kazandı. Para biriminin kısa bir zaman diliminde bu denli yüksek bir değerlenme yaşaması, ihracatçı şirketlerin fiyatlama yapmasını ve yeni ihracat sözleşmelerine teklif vermesini zorlaştırırken tüketiciler için ithal ürünleri daha cazip hale getirdi. TL’deki değerlenmenin, euro/dolar paritesinin 1’e doğru gerilemesinin ve Avrupa ekonomisinin zayıflamasının aynı döneme denk gelmesi Avrupa’ya ihracat yapan şirketlerin daha fazla zorlanmasına neden oldu.
• Türkiye büyüklüğünde bir ekonomi için döviz kurlarından istikrarlı bir rekabet avantajı elde etmeyi bir strateji olarak belirlemek doğru olmasa da enflasyon ile döviz kurları arasındaki bağlantının 2024’te olduğu kadar kopmasına ve böylece TL’nin reel bazda bu derece yüksek oranda değerlenmesine izin vermek de makul bir yaklaşım değildir. Reel sektörün bu kadar kısa sürede döviz kurlarından gelen böylesi bir değişimi göğüsleyebilmesi kolay değildir. Döviz kurlarının enflasyon gelişmeleri ve piyasa temelleriyle uyumlu, ani hareketlenmelerden uzak biçimde seyretmesini sağlamak, öngörülebilirlik ve planlama açısından son derece önemlidir. Türkiye’de rekabetçi döviz kurunun beklenen pozitif etkiyi göstermemesi ile ilgili birkaç önemli hususu göz ardı etmemek gerekiyor:
1. Türkiye, döviz kurlarını Doğu Asya örneklerinde olduğu gibi belli bir plan ve strateji dahilinde bir politika aracı olarak kullanmadı. TL değer kaybedince pragmatik bir yaklaşım geliştirildi ve bu gelişmeden bir rekabet gücü elde edilmeye çalışıldı.
2. Türkiye’de ihracatçılar değersiz TL’den elde edilen kısa vadeli kazanımları Doğu Asya örneğinde olduğu gibi teknolojik dönüşümlerini finanse etmek için kullanmadı. İlave kazançlar daha çok reel sektörün borç stokunun eritilmesinde kullanıldı.
3. Türkiye’de imalat sanayinin yüksek teknolojili ara mallarda ve enerjide dışarıya bağımlı olmasından dolayı TL’deki değer kaybı bir taraftan da üretim maliyetlerini artırdığı için üretim ve enflasyon üzerinde olumsuz etkilere neden olabiliyor.
4. TL’deki değer kayıpları belli açılardan rekabet gücünü artırıcı etkilere sahip olsa da döviz kurlarındaki yüksek volatilitenin tetiklediği belirsizlikler bu etkilerin bir miktar kaybolmasına neden oluyor. Döviz kurları bir süre stabil seyrettikten sonra ani şoklarla gelen değer kayıpları, şirketlerin bütçe yapmasını, fiyat belirlemesini ve dolayısıyla uzun vadeli planlama yapmasını güçleştiriyor.
• Genç nüfus oranının yüksek olduğu ve kalabalık nüfusa sahip ülkeler, özellikle emek yoğun sektörlerde düşük ücretler üzerinden rekabet avantajı elde ederler. Ekonomik büyümeyle birlikte ücretlerin genel seviyesi doğal olarak artar. Belli bir ekonomik gelişmişlik seviyesinden sonra reel ücretler rekabetçi olmaktan uzaklaşır. Bu eşiği geçen ülkelerin ihracat artışını sürdürebilmesi için emek yoğun sektörlerden sermaye yoğun sektörlere yönelmesi gerekir. Bu dönüşümün gerçekleşmemesi durumunda, ülkenin orta gelir tuzağı gibi sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdır.
• Türkiye’de enflasyonun yeniden yükselişe geçtiği son dönemde asgari ücret kayda değer bir artış gösterdi. Bu artışlar, reel sektörün üretim maliyetleri sadece TL bazında değil dolar cinsinden da yükseltti. Asgari ücret seviyesi dolar bazında birçok gelişmekte olan ülkenin üzerine çıktı. 2024’te döviz kurundaki artışın enflasyonun altında kalması ve TL’nin reel olarak değerlenmesiyle, özellikle tekstil gibi emek yoğun sektörler rekabet güçlerini kaybetti. Bazı şirketler üretimlerini işgücü maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere taşımayı seçti. Bir taraftan da yüksek enflasyonun satın alma gücünü azaltması nedeniyle asgari ücret artışlarının çalışanları tatmin eden bir seviyede olamadığının da altını çizmek gerekiyor.
• Özetle, döviz kurları ve ücretler üzerinden süreklilik arz edecek biçimde rekabet avantajları devşirebilmek mümkün değildir. Bu unsurlar, ihraç edilen ürünün fiyatını belirleme gücü kazandırmadığından dolayı belli bir aşamadan sonra etkileri azalmaya başlar. Bu aşamada verimlik, yenilik, ürün çeşitliliği, kalite ve markalaşma gibi unsurlar daha etkili olur. Dolayısıyla emek yoğun sektörlerin kendi içlerinde değişerek küresel tedarik zincirlerinin daha katma değerli faaliyet alanlarına doğru çıkış yapmaları beklenir. Ülkenin milli geliri ve ücret seviyeleri yükseldikçe ekonomik gelişmede ilerlemeyi sürdürmek için üretim ve ihracat emek yoğun sektörlerden sermaye/teknoloji yoğun sektörlere geçiş yaşanmalıdır.
• Türkiye’nin ekonomik kalkınma merdiveninde daha üst basamaklara tırmanışını sürdürebilmesi için hem sektör içi değişimler hem de sektörler arasındaki dönüşüm elzemdir. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek olmakla birlikte teknolojik değişim ve sektörel dönüşümlerin kısa sürede gerçekleşmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Uzun vadeli stratejiler geliştirilmeden ve uygun politikalar uygulanmadan üretkenlik artışı, markalaşma ve teknolojik ilerleme gibi kazanımlar elde edilemez. Şirketlerin, kendi iş kollarındaki fırsatları ve tehditleri yakından takip ederek daha yüksek katma değerli üretime geçiş yapmaları, markalaşma süreçlerine odaklanmaları ve profesyonel yönetim uygulamalarına yatırım yapmaları şarttır. Kamunun ise doğru sektörel yönlendirmeler yapması, teknoloji geliştirmeye yönelik finansal destekler sunması ve bu değişim ve dönüşümlerin önemli paydaşlarından olan çalışanların süreçlere uyum sağlaması gerekmektedir.
Bu bilgiler MÜSİAD raporunda yer almaktadır, burada belirtilenlerin çoğuna katılmakla beraber, bunu ekonomik sorunların yaşanmadan öngörülerek tedbir önerilmesi gerekmektedir. Biz en 120-130 yazımızla bu sorunları dile getirdik… Ayrıca verilen teşvik ve desteklerin proje bazlı izlenmesi, sonuç alınmayan veya verilen teşviklerin amacı dışında kullanılmasının tespit edilmesi ve teşvikin faiziyle geri alınması gibi yollara da başvurulmalıdır. Ayrıca 86 milyon baz alındığında paylaşım sorunlarının son zamanlarda daha da arttığını, bunun için yeni bir paylaşım modelinin de önerilmesi gerekmektedir.. En yüksek %5 dilim memleketin kaymagını doymamasına yerken, özellikle işsizler ve emekliler ciddi geçim sorunu yaşamaktadırlar…
Son olarak akademik akıl, entelektüel eleştiri, uzman görüşleri, yapay zekadan yararlanma gibi yollar ile sorunlar önce öngörülmeli, önlem alınmalı, buna rağmen yaşanması halinde acil çözüm önerileri hazır olmalıdır. Yoksa sorun yaşanmaması demek zararın görülmesi demektir ki.. Biz zarar görerek önlem alan toplumuz, nedeni ise bana göre olaylar ve olgularda neden sonuç ilişkisini dikkate almamamız, öngörü ve eleştirileri dikkate almak yerine itibarsızlaştırmamız diyebiliriz… MÜSİAD yetkililerine, geçikmiş bu rapor için vatandaşlar adına teşekkür eder.. MÜSİAD’ın bu raporunun tamamına bu baglantıdan https://www.musiad.org.tr/uploads/press-523/utesav-orta-gelir-rapor_web-si%CC%87te.pdf ulaşabilirsiniz…
Hüseyin Benek – vatandasfikri.com 20.10.2025
|
|
|
Bu Üyenin Diğer Yazıları |
|
|
|
Reklam |
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur."
M.Kemal Atatürk
Adrese Git |
|