|
|
|
Genç Yazarlarımız |
|
Reklam |
İMAN ETMEDİKCE CENNETE GİREMEZSİNİZ, BİRBİRİNİZİ DE SEVMEDİKCE İMAN ETMİŞ OLAMAZSINIZ!
H.z. Muhammed
Adrese Git |
|
|
|
MİT Olayında aydın görüşleri |
MİT MÜSTEŞARININ İFADEYE DAVET OLAYI
Devamında sadece bu olaya yönelik yasa yapım çalışmaları...
Kamu görevlilerinin görev yaparken yapacakları kazara hatalarda korunması gerekir, amenna yalnız haddi aşarak kaza degil kusur anlarında kamu görevlilerininde yargı tarafından denetlenmesi gerekmektedir. Buraya kadar mesele yok ama normal işleyiş böyle olmuyor. MİT müsteşarı kamu görevlisi de, Genelkurmay başkanları ve kuvvet komutanları kamu görevlisi degilmi? Bu kararları verenler bu masumane değerlendirmeyi yapamıyorlarsa, o zaman kendi durumsal degerlendirmelerini genele mal ederek sorun cıkarıyorlar.
Şimdi yapılacak yasa değişikliğine bir bakalım; “MİT mensuplarının veya Başbakan tarafından özel bir görevi ifa etmek üzere görevlendirilenlerin, görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun 250. Maddesinin 1. Fıkrasına göre kurulan Ağır Ceza Mahkemeleri’nin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla, hakkında soruşturma yapılması Başbakan’ın iznine bağlıdır.’’ Görevin nitelikleri sayılmadan, kamu yararı, ülke çıkarı, suçları önceden önleme çalışmaları, devletin gizlilik gerektirdiği icraatlar v.s görev tanımı iyi yapılırsa başbakana da bu tanım üzere yetki verilirse sorun yok. Mesela Pkk ile görüşme nedeniyle ifadeye çağırma yürütmenin muhalefet karşısında avantajına neden olacak bir görev değildir, devletin terörü önceden önleme görev ifasıdır denilebilir. Yasalar yoruma acık olduğunda niyetler devreye girer, bu kadar güvensizliğin olduğu ortamlarda iyi niyetler bile yanlış yorumlanır. Yasaların yazımında çok dikkatli olmamız gerekir.
Aşağıda çeşitli yazarların bu konu ile ilgili düşüncelerini görebilirsiniz bunlar aydın düşünceleridir. Bu meselelerde akademik düşüncelerde önemlidir. Neden susarlar ancep….
Kuşkuların savaşı
Mustafa Akyol
Şu ömrü hayatımda Türkiye hakkında öğrendiğim temel gerçeklerden biri şudur: Bu ülkede kendi kapalı dünyalarında yaşayan kesimler vardır ve bunların her biri bir diğeri hakkında bazen paranoyaya varan kuşkular taşır.
Bu kuşkuların Aleviler ile Sünniler yahut Kemalistler ile muhafazakarlar arasında olanlarını biliyorduk. Son dönemde, özellikle de son bir haftada, haritaya yeni bir fay hattı daha eklendi: “AK Parti’ye karşı cemaat.”
Ben bugüne dek bu tartışmadan uzak durdum, çünkü, evvela, bunu zikrederek “batılı tasvir” etmekten çekindim.
İkincisi, “hizmet”lerini çok takdir ettiğim ve mensupları arasında çok dost edindiğim “cemaat”i, ürkütücü bir gizlilik perdesi içinde resmetmek istemedim. Bu nedenle polis istihbaratını ve özel yetkili savcıları peşinen cemaatten sayan söyleme katılmadım.
Ancak ne yaparsak yapalım, algı bir süre sonra gerçeğe dönüşüyor. Dahası, “cemaatten” olduğunu bildiğimiz kalem erbapları da, aldıkları pozisyonlarla, bu algıyı silmeye değil aksine güçlendirmeye yardımcı oluyorlar.
Dolayısıyla, mevcut algıyı farz-ı muhal kabilinden de olsa kabul ederek bir kaç şey söyleyeceğim.
Cemaatin algısı
Öncelikle bilmeliyiz ki, “cemaat” dediğimiz insanlar, ceberrut bir devletin on yıllardır tehdit ettiği bir geleneğin mensupları. Sadece çay içip Risale-i Nur okudukları için derdest edilmiş, sırf namaz kıldıkları için işlerinden kovulmuş, kısacası “öz vatanlarında parya” haline getirilmiş insanlar. Daha beş yıl öncesinde bile, küstah generallerce “Anadolu denizinde boğulmakla” tehdit ediliyorlardı.
Bu yaşanmışlıklar nedeniyle, “cemaat”in, kibarca “derin devlet” dediğimiz Kemalist statükoya karşı “bilenmiş” olması, doğal ve anlaşılır bir durumdur. Bu, kanımca Türkiye için hayırlı da olmuş, çünkü söz konusu statükonun ezici gücüne karşı kararlı, cesur ve organize bir direniş geliştirmiştir. (Katolik Kilisesi’nin komünist rejime karşı Polonya’da oynadığı rol gibi.)
Ancak bu tür büyük siyasi mücadelelerin bir handikapı vardır: Onu yürütenlerde keskinlikler, körlükler ve hatta özgüven patlamaları üretir. Bunun üzerine bir de Türkiye’deki her kesimin müptela olduğu “komplo teorisi tutkusu” eklenince, haklı bir davada taktik hatalar yapmaya başlar, hatta kurunun yanında yaşı da yakacak bir hoyratlık sergilersiniz.
Dahası, söz konusu radikalleşme, aynı radikalizmi paylaşmayan müttefiklerine karşı bile kuşku geliştirir. Örneğin AK Parti hükümeti de “Ergenekon”a karşıdır, ama aynı hükümet bir taraftan da ordu ile uyum içinde çalışmak veya “hapisteki gazeteciler” konusundaki eleştirileri göğüslemek zorundadır.
Bu durumu “hükümet Ergenekon’a taviz verdi, statükoyla uzlaştı” diye yorumlarsanız (Taraf gazetesindeki bazı ultra-antimiliter yazarların da yaptığı gibi) yanılırsınız. PKK’nın tasfiyesi konusundaki “müzakereci” gayretleri “ihanet” sayarsanız da yanılırsınız.
Cemaat algısı
Bunların yanında bir de “cemaat” hakkındaki algılardaki sorunlar var. Bunların başında da bu mütedeyyin hareketi (aynı ulusalcıların yaptığı gibi) dış güçlere bağlama eğilimi geliyor. İsrail’in MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dan rahatsız oluşundan yola çıkarak yapılan imalarda gördüğümüz gibi.
Oysa bu da yanlış ve haksız bir komplo teorisi. “Cemaat”in muhafazakar kesiminin geri kalanına nispetle ABD ve İsrail’e daha ılımlı yaklaştığı bir gerçek; ama bu, içinde bulunduğu uluslararası konjonktürün doğal ve anlaşılır bir sonucu.
Sonuçta, bana öyle geliyor ki, gerçekliklerden ziyade kuşkulardan beslenen bir gerilim var karşımızda. Bunu aşmanın yolu da, muhterem Fethullah Gülen hocaefendinin hep tavsiye ettiği yöntem olmalı: “Diyalog”.
Mustafa Akyol, Star 15.02.2012
Yeni başlayanlar için “ne oldu?” rehberi
Can Ataklı -
Başlıktaki “yeni başlayanlar için” sözüne kimse alınmasın lütfen. Hiçbir şeye “yeni başlamıyoruz” ama gelişmeler öyle hızlı yaşanıyor ki, çevreme bakıyorum herkes şaşkın. Çünkü bu karmakarışık ortamda pek çok kişi olayları sıralayıp sağlam bir bilgi edinemiyor. Bu nedenle son gelişmeleri sadeleştirip sizlere sunmak istiyorum. Herkes fotoğrafa bakıp kendi değerlendirmesini yapar.
***
- KÜRT AÇILIMI: İşin başlangıcı 2009 yılında yapılan Kürt açılımına dayanıyor. İktidar Kürt sorununu çözmek için barışçı bir adım atmaya karar vermişti. Ancak unutulan, açılımın içini doldurmaktı. İktidar Kürt açılımından ne anladığını açıklamak yerine “herkes fikrini söylesin” anlayışını benimsemişti.
- HABUR OLAYI: 19 Ekim 2009’da Türkiye Habur şokunu yaşadı. Kürt açılımı çerçevesinde bir grup PKK’lı Türkiye’ye geldi. Amaç barışa ilk adımı atmaktı, ancak gelenlerin tek tip gerilla kıyafetleri, sınırda bir mahkeme kurulması ve gelenlerin “pişman değiliz” demesine rağmen serbest bırakılması vatandaşta tepki yarattı.
- GERİ ADIM: PKK’lıların İmralı’daki liderlerinin talimatıyla umulmadık bir törenle Türkiye’ye girmesi hükümette de şok etkisi yarattı. Tepkilerden endişelenen Başbakan bir gün sonra Avrupa’dan da bir grup PKK’lının aynı şekilde gelmesine izin vermedi, hükümet sessizliğe büründü.
- PKK İLE GÖRÜŞME: Kürt açılımı iktidarın sessizliğine rağmen, yandaşların medyadaki propaganda bombardımanı ile sürdürülmeye çalışıldı. Bu sırada “devletin” bazı PKK liderleri ve özellikle İmralı’daki ile görüşmeler yaptığı iddiaları ortalığı sardı. Başbakan bu iddiaları çok sert cevapladı. Terörle pazarlık yapılamayacağını söyledi.
- İDDİALAR SOMUTLAŞTI: Başbakan’ın sözlerine rağmen hem dedikoduların arkası kesilmedi hem de PKK görüşmeler yapıldığını açıklamaya başladı. Başbakan buna karşı “Devlet görüşür, hükümet görüşmez” dedi. Ortaya bir “devlet-hükümet” çelişkisi çıktı. “Görüşen kim?” sorusuna herkes kendi meşrebine göre cevap aradı.
- OSLO SIZINTISI: 2011 eylül ayında bir ses kasetinin ortaya çıkması bomba etkisi yarattı. 2010’da Oslo’da (bazıları başka yerde) kaydedildiği anlaşılan kasette konuşanların daha sonra MİT Müsteşarı olacak Hakan Fidan ile dönemin Müsteşar Yardımcısı oldukları kesinleşti. Görüşülen kişiler ise PKK’nın lider kadrosuydu.
- ÖZEL GÖREVLİ: Ses kayıtlarında MİT görevlilerinin PKK liderleriyle bir tür pazarlık yaptıkları duyuluyordu. Ayrıca bu önemli kişilerin İmralı’ya da gittikleri ve hatta örgüt içinde kuryelik yaptıkları da ortaya çıkmıştı. Ancak kayıttaki en önemli bölüm Hakan Fidan’ın kendisini “Başbakan’ın özel temsilcisi” olarak tanıttığı bölümdü.
- VERİLEN SÖZLER: Değişik yer ve zamanlarda kaydedildiği anlaşılan konuşmalarda kendisini Başbakan’ın Özel Temsilcisi olarak tanıtan Hakan Fidan’ın konuyu artık siyasi olarak ele aldıklarını, bununla ilgili bazı protokoller yazılabileceğini de söylediği duyuluyordu. Fidan’a göre Başbakan sorunu çözmek için elinden geleni yapacaktı.
- SUÇ İDDİALARI: Kasetlerin ortaya saçılmasından sonra muhalefet bu görüşmelerin yasa dışı olduğunu ileri sürerek ayağa kalktı. Hükümet terör örgütüyle pazarlık yapmakla suçlandı. İktidar kanadı ve yandaşlar ise “barışın sağlanması için devletin herkesle görüşebileceği” savını ileri sürüyordu bu aşamada.
- BAŞBAKAN KEFİL: Sonunda konuya Başbakan da müdahil oldu. İlk başta “devlet görüşür hükümet değil” diyen Erdoğan daha sonra MİT Müsteşarı yaptığı Hakan Fidan’a sahip çıktı. “Ben Hakan Fidan’ı harcamam, yaptığı suç değildir, devlet için sorumlu davranarak görevini yerini getirmiştir” dedi.
- TERÖR TIRMANIYOR: Eş zamanlı olarak araya giren başka olayları atlamamak gerek. Teröristlerle görüşme kasetinin sızmasından itibaren başta Güneydoğu olmak üzere pek çok yerde çok kanlı terör eylemleri yaşanmaya başlandı. Pek çok asker ve polis şehit olurken onlarca sivil de olaylarda hayatını kaybetti.
- KCK OPERASYONLARI: Yine eş zamanlı olarak KCK adı verilen ve PKK’nın şehir yapılanması olarak nitelendirilen örgüte karşı amansız bir operasyon dalgası başlatıldı. Operasyonlar giderek Ergenekon’a benzemeye başladı. Akademisyenler, yazarlar, gazeteciler de operasyondan nasiplerini aldılar.
- VE ŞOK GÜNÜ: 7 Şubat akşamı Hürriyet Gazetesi’nin internet sitesine konan bir haber şok etkisi yarattı. Buna göre KCK soruşturmalarını sürdüren savcılık MİT Müsteşarı, önceki Müsteşar ve yardımcısını şüpheli olarak ifade vermeye çağırıyordu. Gazeteciler haberi doğrulatmak için büyük çaba harcadılar ama ilgililer yalanlıyordu.
- GERÇEK ANLAŞILIYOR: Gecenin geç saatlerinde bütün yalanlamalara rağmen haberin doğru olduğu anlaşıldı. Gariplik şuydu ki özel yetkili savcının eyleminden İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın da, Adalet Bakanı’nın da Başbakan’ın da haberi yoktu. İktidar ilk kez kendi yaratmadığı bir krizin içinde bulmuştu kendini.
- İDDİALAR SAÇILIYOR: Haberin patlamasından sonra, iktidara yakın bazı yayın organlarında MİT’e yönelik operasyonların gerekçeleri yayınlanmaya başlandı. Tıpkı Ergenekon Davası’nda olduğu gibi “savcılardan sızdırılan bilgiler” ortalığa saçılıyordu artık. Bir anlamda macun tüpten çıkarılıyordu.
- MÜTHİŞ SUÇLAMALAR: Yandaş medyada yer alan bilgilere göre MİT KCK’yı kurmakla, içine yerleştirdiği ajanlarını provokatif eylemlere sokmakla, alınan istihbaratı ilgili birimlere aktarmamakla ve bu nedenle pek çok şehit verilmesine neden olmakla suçlanıyordu. Kamuoyu da iktidar da hatta muhalefet de şaşkındı.
- ÇABUK TOPARLANDI: MİT’e yönelik operasyonun sonuçta Başbakan’a kadar ulaşabileceği ihtimali iktidarda derin bir travma yarattı. AKP hiç olmazsa süreci uzatmak ve şimdilik MİT Müsteşarı’nı feda etmemek için “yasada değişiklik” yapmaya karar verdi. Jet hızıyla harekete geçildi. Değişiklik teklifi Meclis’e gönderildi.
- SAVCI’YA DARBE: Ancak iktidar yasayı bile beklemedi ve MİT soruşturmasını başlatan savcının görevinden alındığını öğrendik. MİT soruşturması hiç olmazsa bu an için durdurulmuş oldu. Bundan sonra savcıların nasıl davranacağı, aldıkları kararın arkasında durup durmayacakları henüz belli değil.
İşte; geldiğimiz sürece ilişkin kronolojik gelişme böyle. “Yeni başlayanlar” dememden kasıt bu. Olaya sadece son gündeki durumdan değil, yaşanan bütün süreci bilerek bakarsanız daha doğru ve sağlıklı yorum yapabilirsiniz.
*****
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, “İstanbul’un üçüncü havaalanı için yer belirledik ama şimdilik açıklamıyoruz” demiş. Umarız öyledir zira konu havaalanı arazisi olunca insan ister istemez “haber uçuran kuşlar”dan şüpheleniyor! (Gani Yıldız)
Padişahta bile böyle bir yetki yoktu
catakli@gazetevatan.com
Can Ataklı
Başbakan’ın çok güvendiği MİT Müsteşarı’nı korumak ve kollamak için “kişiye özel tek kişilik bir kanun çıkarmaya“ kalkması çok yanlış ve şaşırtıcıdır.
Konu en başta Anayasa’ya aykırı. Çünkü anayasamız devam etmekte olan bir dava ile ilgili olarak yasal düzenleme yapılmasını veya davanın seyrini etkileyecek bir yasa çıkarılmasını yasaklıyor.
Sanıyorum bu madde iktidara göre de demokratik olmalı ki, 12 Eylül referandumundaki “daha demokratik anayasa” paketinde bu madde yer almamıştı.
İkincisi kişiye özel kanun çıkarılması, bazı devlet görevlilerini korumak için zaman zaman yapılan bir uygulama olsa da, yine devam etmekte olan bir soruşturma aşamasında bu tür bir yasal düzenleme yapmak, en azından hukuk ahlakı açısından yanlış.
Ancak benim asıl dikkatimi çeken ve tehlikeli bulduğum nokta farklı. Bu tek maddelik yasa, zamanında padişahlara, krallara bile tanınmayan çok geniş bir yetki sağlıyor Başbakan Erdoğan’a. Üstelik bu “ulusal güvenlik” bahanesiyle suç işlemeyi teşvik eder nitelikte görünüyor.
Bugün Meclis’e gelecek olan “tek maddelik” yasa, eğer komisyonda bir değişikliğe uğramazsa aynen şöyle:
“MİT mensuplarının veya Başbakan tarafından özel bir görevi ifa etmek üzere görevlendirilenlerin, görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun 250. Maddesinin 1. Fıkrasına göre kurulan Ağır Ceza Mahkemeleri’nin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla, hakkında soruşturma yapılması Başbakan’ın iznine bağlıdır.’’
Bu yasadaki “kilit” kelime, hemen başta geçen “veya” kelimesidir. Yani sanıldığı gibi MİT’te çalışanlara bir tür dokunulmazlık getirilmiyor. Başbakan tarafından özel olarak görev verilen herkes kapsam içinde tutuluyor.
Hürriyet Gazetesi’nin dünkü manşetinde Adalet Bakanı’nın ağzından “Bu madde askerleri de kapsayacak” biçiminde sunuluyordu. Bu belli ki Adalet Bakanı’nın psikolojik etki yaratma çabası. Çünkü kamuoyu Genelkurmay Başkanı “terörist” olmakla suçlanarak hapiste tutulurken, MİT Müsteşarı’nın dokunulmazlık zırhı ile donatılmasına vicdanen pek razı değil. “Askerler de kapsamda” diyerek bu vicdani rahatsızlık giderilmek isteniyor.
Vahim olan yasada ne olduğu tanımlanmayan “Başbakan’ın özel görev verdiği kişiler” kavramıdır. Bu kişi/kişiler MİT görevlisi olabilir, asker olabilir, bürokrat olabilir, yeri gelir sivil bir kişi, iş adamı, sanatçı, gazeteci olabilir.
Bu kişilerin söz konusu özel görev nedeniyle suç işlemeleri halinde de yargılama için Başbakan izni gerekiyor. Başbakan izin vermezse ne olacaktır?
Ayrıca yasalar, kişilerin ahlak, namus ve vicdanlarına güvenilerek yapılmaz, hukukun ruhuna aykırıdır bu. Bugünkü Başbakan vereceği özel görevlerde hiçbir art niyet taşımayabilir, ama yarın öbür gün iş başına gelecek bir Başbakan’ın da aynı olacağını kim garanti edebilir?
Günün birinde bir Başbakan bu maddeden yararlanarak bir suç çetesi kurarsa ne yapacağız?
Tek maddelik yasa her haliyle bir garabettir.
Emniyet denilen kim?
İktidar yandaşları en azından benim 4 yıldır yazdıklarımı ve söylediklerimi tekrar ederek “Özel yetkili savcıların gücünü, gizli olması gereken soruşturma bilgilerinin sızdırılmasını, telefon ve ortam dinleme deşifrelerinin medyada yayınlanmasını” eleştiriyorlar.
Şu sıralar medya ortamında çok renkli “şahane yorumlara” maruz kalıyoruz.
Neymiş, MİT hükümetle koordine biçimde Güneydoğu sorununun müzakereler yoluyla, barış içinde sonuçlandırılması için çaba harcıyormuş, ama Emniyet buna karşıymış.
Saçmalığa bakar mısınız?
Kimdir bu Emniyet? Neyi temsil eder? Devlet içindeki yaptırım gücü nedir?
Hani “asker” deseler bir mantığı var. Kuruluşu farklı, yapısı farklı, darbelerden gelen bir gelenekle “vesayetçi” bir anlayışa sahip diyebilirsiniz.
Ama Emniyet öyle değil ki. O halde nasıl oluyor da hükümet çok önemli bir politikayı uygulamaya çalışırken, emniyet çelme takmaya kalksın.
Aslında bu arkadaşların anlatmak istediği başka da, cesaretleri olmadığı için söyleyemiyorlar galiba.
İsrail etkisi
MİT şoku yaşayan iktidar ve yandaşları Hakan Fidan’ı desteklemek için “MİT’te yeni anlayış başlattı, Türkiye istihbaratta da süper güç oluyordu” yorumları yapıyorlar. Sonuçta söyledikleri şu; “MİT’in artık dış istihbarata da yönelmesi, bölgedeki diğer istihbarat örgütlerini korkuttu. İsrail zaten Fidan’ı İran’ın adamı olarak görüyor. Operasyonda parmağı olabilir.”
Ama kimse şaşırmasın, Türkiye’deki istihbaratın bir numaralı isminden İsrail rahatsız olabilir. Aynı şekilde Mossad’ın başındaki kişiden de Türkiye rahatsız olabilir.
Nedeni basit; Türkiye NATO dolayısıyla batı ittifakının içinde. İstihbarat örgütleri de çoğu alanda ya ortak çalışır ya da sürekli bilgi alışverişinde bulunur. Ayrıca pek çok sır da ortak havuzda herkesin bilgisi içindedir.
Eğer İsrail, dolayısıyla Amerika ve diğer müttefikler, MİT Müsteşarı’nın bazı radikal dinci örgütlerle ve İran’la bağlantısı olduğuna inanıyorsa rahatsızlık duymalarından normal bir şey olamaz. Sorulması gereken şudur; Bugüne kadar MİT’in başında bulunan kişilerden rahatsız olmayan batı ittifakı ülkelerinde şimdi neden böyle bir kuşku var?”
MİT’çiler kendilerine verilen görevi yapıyor; ifadeye çağrılıyor. Savcı MİT’çileri ifadeye çağrıyor; soruşturmadan alınıyor. Türkiye garip ülke; insanlar işlerini yapmadığı zaman değil, yaptığı zaman kaos yaşanıyor! (Gani Yıldız)
İkinci “Sarıkaya” vakası
Tesadüfe bakın ki Van’da, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ı ifadeye çağıran ve bu nedenle başını derde sokan savcının da soyadı Sarıkaya idi.
Ferhat Sarıkaya Şemdinli’de bir kitabevinin bombalanması olayının “derin devlet” işi olduğundan yola çıkarak Kara Kuvvetleri Komutanı’nı da ifadeye çağırmıştı.
O günün yasalarına göre kuvvet komutanları sivil savcı tarafından ifadeye çağrılamıyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi o tarihte de hükümet devreye girmişti. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in talimatıyla, HSYK Savcı Sarıkaya’yı anında görevden almıştı.
Sarıkaya daha sonra meslekten de atılmıştı. Sonra aradan biraz zaman geçti, askere yönelik operasyonlar başladı, AKP bir seçim zaferi daha kazandı ve Ferhat Sarıkaya’ya iade-i itibarda bulunuldu.
MİT Müsteşarı’nı ifadeye çağıran savcı Sadrettin Sarıkaya. O da Ferhat Sarıkaya gibi iktidarın hışmını çekti ve görevden alındı. Umarım meslekten de atılmaz. Gerçi atılsa da fark etmez, burası Türkiye. Bir süre sonra hava değişir, bu kez Sadrettin Sarıkaya’ya iade-i itibar sağlanır.
Son tuzak: İktidar-cemaat...
Hüseyin Gülerce-Zaman
Hepimizin anlamaya çalıştığı yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Başta MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere bazı MİT yöneticilerinin "şüpheli" sıfatıyla ifadeye çağrılması, daha önce yaşamadığımız ciddi bir probleme dönüştü. Hazır kıta bekleyenler, "Yargı-MİT çatışması" yaftası ile başlatılan tartışmayı, "Cemaat-iktidar kavgası", "asıl hedef Başbakan" noktasına taşıdılar.
İlk dikkat çeken husus; Ergenekon davasını itibarsızlaştırma ve sulandırma-bulandırma ile vazifeli medya mensuplarının, sindikleri mevzilerden fırlamaları oldu. El ovuşturmalar, gözlerdeki parıltılar gizlenemez halde... "AK Parti'yi ve Gülen'i Bitirme Planı"nda "dost kuvvetler" olarak vazifelendirecekler, erine gerine "biz demedik mi?" pozlarıyla sahnede. Sanki tam da aradıkları fırsat doğmuş gibi, bir "cemaat heyulası" ve algısı pompalanıyor. 28 Şubat'ın o kasetli, kasvetli günlerini hatırlatan kirli bir karalama kampanyası var. 28 Şubat'ta yapamadıklarını, referandumdaki yüzde 58 evet ile güçlendirilen demokratikleşme zemininde, yüzde 50 ile iktidar emaneti verilen AK Parti iktidarında yapmak istiyorlar. Alenen hükümete sesleniyor; "bitirin şu cemaatin işini" diyorlar...
Bir de aylardır, AK Parti'yi daha önce destekleyen, fakat KCK meselesinden dolayı hükümete demediğini bırakmayanların tavrı var. Daha düne kadar, "Erdoğan diktatörlüğe gidiyor" diye içeriye dışarıya jurnalleme yapan zevat, şimdi "asıl kabahat bu cemaatte" diye AK Parti'nin akıl hocalığına soyunuyor. "Cemaat" dedikleri insanları en yakından tanıyan, hâlâ dost zannedilen bu insanlar, Ergenekoncu koronun arka taraflarında boy göstermiyorlar mı... İşte bu kadarına pes! Yarın bu fitne-fücur dalgaları dindiğinde mahcup olmayacaklarını mı zannediyorlar?
Bence tam da bugün itidale, sağduyuya, ortak akla ihtiyaç var. Klasik bir talep ama başka yol bilen varsa söylesin. Yargısı, istihbarat teşkilatı ve emniyet güçleri tartışmanın odağına oturmuş, hükümet ile yargısı karşı karşıya gelmiş görüntülü bir Türkiye'nin kime ne faydası var?
Öfke ile kalkan zararla oturur. Hele bu öfke, yeni kanun düzenlemelerine alelacele yansırsa, Ergenekon davası üzerinden demokratikleşme sürecinin dinamitlenmesi bile söz konusu. Asırlık vesayetin gücü tükenmedi. Ciddi bir zaafa da uğramadı. Bunlarda oyun, tuzak bitmez. En büyük tuzak da, iktidar-cemaat çatışması üzerinden, devletle milletin karşı karşıya getirilmesidir.
Bu hükümet, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en icracı, en uyumlu, en gayretli, en başarılı hükümettir. Demokratikleşme konusundaki siyasi iradesi, başta Sayın Başbakan olmak üzere şimdiden tarihe geçmiştir. Ülkesini seven, insaf ve vicdan sahibi hiç kimse, bu hükümetin tökezlemesini istemez. Bunun Türkiye'nin geleceğine, istikrarına, demokratikleşmesine mal olacağını bilir.
Fakat hükümetin de, halktan aldığı yetkiyi, yetki ne yönde ise yerine getirme yükümlülüğü ve sorumluluğu var. Vesayet rejimi,12 Eylül kanunları devam ederken sona ermez. AB üyeliğini önemsemeden, sivil bir anayasaya dört elle sarılmadan, darbecilere dayanak olan kanun maddeleri,
anti-demokratik seçim kanunları değiştirilmeden, askere ayrıcalık tanıyan Sayıştay Yasası korunurken, demokratikleşme sağlanamaz.
Adı cemaate çıkmış insanları yakından tanıyan biriyim. Siyasi beklentiyi 30 yıldır görmedim, hissetmedim. Hizmet hareketinde beklenti olmaz. "Bu hareket, insanlığa Allah rızası için hizmet davasıdır. Asıl fetih, gönüllerin fethidir. Beklentisizlik kahramanı olmak lazım" ikazını çok duydum. Beklenti siyasette, bürokraside olur.
"Tamam da, o zaman referandumda, seçimlerde neden siyasi bir pozisyonda görünüyorlar? Bu cemaat ne istiyor?" deniyorsa, anladığımı söyleyeyim. İstenilen tek bir şey var: Temel hak ve hürriyetler, din ve vicdan özgürlüğü teminat altında olsun yeter... Halk seçtikten sonra, Türkiye'yi kim yönetirse yönetsin...
h.gulerce@zaman.com.tr
|
|
|
|
|
Reklam |
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur."
M.Kemal Atatürk
Adrese Git |
|